Rasim Özyürek

Rasim Özyürek

TÜRKMEN EDEBİYATINDA İSİM YAPMIŞ ŞAİRİ NESRİN ERBİL

İhsan Doğramacı Erbil Vakfı Genel Sekreteri Şair Nesrin Erbil
Rasim Özyürek’in kaleminden Nesrin Erbil
İlçemizin yetiştirdiği değerli bürokratlardan Ereğli sevdalısı Bilkent Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Rasim Özyürek makalesinde Türkmen edebiyatının önemli şairlerinden Nesrin Erbil’den bahsetti.

Hemşehrimiz Prof. Dr. Rasim Özyürek’in makalesi şöyle:
Türk Edebiyatı’nın Cumhuriyet dönemi edebiyat dünyasına bir ışık tutan, vicdanı hür, irfanı hür, fikri hür  nesillerin yetiştirilmesi için canla başla İhsan Doğramacı Erbil Vakfı Genel sekreteri olarak yıllarca hizmet eden Irak Türkmen şairi Nesrin Erbil Yaralı Kuş adlı şiir kitabı piyasaya çıkmış.Türkmenlerin yanında dış Türkleri de kucaklayan Nesrin Erbil yayınladığı bu kitabında şiirlerini dört başlık altında toplamış.1.  İlk  şiirler 2. Deniz Rüyası İki Şehir 3.  Geleceğim  4.Yeni  Şiirler başlıkları altında toplamıştır.Yaralı Kuş etkileyici, düşündürücü, hatıraları yaşatan bir kitaptır.Bu kitabı hem okudum. Hem de çok hüzünlendim. Kendisi  kendi topraklarında yetişen bir başağa benzetmiş. Bu başağın taneleri, delice rüzgârlar diyar diyar, memleket memleket kendilerini dağıttığını, nice mevsimler, dört renk içinde arzularının demir çemberler içinde unutulmuş bir arslan hırsı, dedesinin gümüş kılıcının kabzasında tozlandığından, dertlerini aydınlattığından söz ediyor.
Şair Nesrin Erbil  Öncelikle sizlerle birlikte uzun yıllar  bu çatı altında başarılı çalışmalara birlikte imza attık. Çok sevdiğim  Bilkent İhsan Doğramacı Erbil Vakfında çalışmam, Bilkent Bölge Ülkeleri Programları Direktörlüğü’nün Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultaylarına katıldım.Çalışmaları yanında II. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı’na katılmam (25-30 Eylül Kırgızistan Bişkek’te” Türkmen Türkçesinde Bazı Ses Değişmeleri” başlıklı bildirimi sunmam, Bildirim kitapta yer alması(s.303- 304) beni hayli duygulandırdı. VII. Uluslararası 
*İhsan Doğramacı Ankara Erbil Vakfı Program Koordinatörü                                                        
Büyük Türk Dili Kurultayı (25- 28 Eylül 2012) Yunanistan- Selânik. “ Irak Türkmen Dilinde Dualar ve Beddualar” Başlıklı bildiri kurultayda okunmuş ve  kitapta yer almıştır. S.343-346 Arnavutluk-Tiran’da düzenlenen 8. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultay’ında bildirim “Türkmen Dilinde Ninniler ve Masallar”25- 28 Eylül 2013  okunmuş. Ayrıca kitapta da yer almıştır S.474-477)   2015 Yılında Saraybosna’da düzenlenen( 28 Eylül- 1 Ekim 2015 tarihlerinde  X. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı’nda “ Kültürümüzde Türkmen Çocuk Folkloru ve Şarkılarında Dilimiz” adlı  makalem kurultayda tarafımdan sunulmuş.Kurultay sonrası Bildiriler Kitabının Sayfa 709-713  te yayınlanmış. 2017 Yılında XII. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı’nda (Romanya/ Bükreş) “ Irak Türklerinde Deyimler” başlıklı bildirim Kurultayda dile getirilmiş. Aynı bildiri Kitap halinde Bildiriler kitabı içinde(S.367-371 ) yer almıştır. 2020 Yılında Dünyamızı sarsan COVİD 19 virüsü nedeniyle Gürcistan Tifliste gerçekleştireceğimiz XVI. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı gerçekleştirilememiş  Ama bildirler kitapta yayınlandı.  
Bu güzel atmosferde  bizlerle hep iyi bir iletişim içinde oldu. Onu iyi bir dost olarak tanıdık. Değerli arkadaşlarım dostluklar vardır bir yaz yağmuru gibi gelir geçer, dostluklar vardır,  mevsimler gibidir her dönemde her zeminde ve zamanda kendine özgü tadı vardır. Dostluklar vardır ışıklı aydınlık sevgi dolu unutulmaz  izleriyle hep hatırlanır. Ben Şair Nesrin Erbil’in dostluğuna her zaman güvendim. Bu güvendiğim  duygular içinde bundan sonraki yaşamımda da  onun şiirlerini, Türkmenlere yaptığı hizmetleri hep hatırlayacağım. Çalışmalarımda bana hep yardımcı  olan,  katkıda bulunan ve emeği geçen sayın Şair Nesrin ERbil’e saygı, sevgi şükranlarımı sunuyorum ve birlikte yıllarca özverili  çalışmalarımızdan dolayı kendilerine candan  teşekkür ediyorum.
Değerli arkadaşlarım şu fani dünyada; yaşam tarzımız, eserlerimiz ve yetiştirdiklerimizle hoş bir seda bırakabilmek çok önemlidir. Bunları başarabildiysek, hoş bir seda bırakabildiysek  ne mutlu bize…
Rahmetli annemin altın öğüdü ile; “Her güne şükrederek ve yeni bir güne heyecanla  başla.” Sözleri karşısında  elimden gelenin en iyisini yapmaya, verilenden fazlasını vermeye çaba gösterdim. Verdiğim her sözün ve yaptığım her uygulamanın ve doğrularımın hep arkasında oldum. Kimse ile küsmedim. Çalıştığım kurumlarda; “iyi ki varsın” diyenlerin “olmazsan da olurdu” diyenlerden çok daha fazla olduğunu bilmenin gururunu, onurunu ve heyecanını şu anda yaşıyorum. 
Değerli arkadaşlarım, üniversiteler ülkelerin en yüksek eğitim ve öğretim  kurumlarıdır. Bu kurumlarda çalışan idari ve akademik personelin önemli  görevleri vardır. Yeni fikirler, kriterler, kurallar ve uygulamalar üretmektir. Bu davranış size ve kurumun kimliğine önemli katkılar yapacaktır. Yeni nesillerin; kusursuz yetişmesinde, hak edenin hakkını alabileceği bir ortamın yaratılmasında sorumluluğumuzun  olduğunu önemle burada dile getiriyorum. Bu konuda sizlerin ve Nesrin Erbil’in  gereğini yapacağınıza olan inancımı hep korudum, koruyorum. Bundan sonra da hep koruyacağım, korumaya  da devam edeceğim.
Şair Nesrin Erbil’in bu düzeye gelmesinde  katkısı olan başta ailesi, anne babası, dedesidir. Aynı zamanda Hacettepe ve Bilkent Üniversitesi Kurucusu, rahmetli Prof. Dr. İhsan Doğramacı’ya, Çok sevdiği saydığı Bilkent Üniversitesi Mütevelli  Heyet Başkanı sayın Prof. Dr. Ali Doğramacı’ya,  minnet ve şükranlarımı sunuyorum.
Bundan sonraki hayatında Nesrin Erbil kariyer yaşamında yapmaya fırsat bulamadıklarımı bilim dünyası ile ilişkilerimi; yazdıklarımı yeni basımlarında güncellemek ve eskisi kadar sık olmasa da davet edildiğim kongre ve konferanslara katılma şeklinde devam edeceğim. Bugüne kadar olduğu gibi deneyimlerimi ve bilgilerimi arzu edenler ile bundan sonra da paylaşmaya devam edeceğim.
Sayın  arkadaşlarım, çalışma hayatım süresince sizlere bilgim, eserlerim ve görgüm ile yarım asırlık çalışmalarımla hep örnek olmaya çalıştım. Şairliğim mesleğimde ,  ölçülü samimiyetim, randevuya uyumum, yapabileceğimin en iyisini yapma arzusu ne kadar önemli olduğunu zaman ile daha iyi takdir edeceğinize inanıyorum. 
Seksen beş yıl yaz, kış demeden sizlerle bir yolculuk yaptım... Bu hayatımda hiç unutmayacağım bir yolculuk... Sizlerle var oldum, imkânsızları ve zoru hep sizlerle birlikte var ettik. Hep beraber  güçlü olduk. Hep beraber başarmak için göğüs gerdik. Ne mutlu bana, Değerli çalışma arkadaşlarıma verdiğiniz destek ve güven  için, ayrıca  inandığım  hayallerimi gerçekleştirme fırsatı verdiğiniz için de sizlere ayrıca  çok ama çok  teşekkür  ediyorum.  Yarın, hepimiz için yeni bir gün… Hava şartları ne olursa olsun, yürümeye devam... Yolunuz, yolumuz hep açık ve hep  aydınlık, sağlık ve başarılarınız daim  olsun… Sevgiyle, sağlıcakla  kalın… demeden  geçemeyeceğim.
Çocukluğum güzel bir rüya gibi geçti diyen Nesrin Erbil küçücük bir kız iken  hatırında kaldığına göre  şöyle diyordu “ Annem, babam, abilerim ve kardeşim Reşat beni çok severler. Evde dışarda beni hep şımartırlardı. Annemin ben doğmadan önce   üç kız çocuğu olmuş.Bu dünyadan kısa zamanda göçmüşler. Onun için annem, babam, kardeşlerim üzerime çok titrerlerdi.  Şımarık bir çocuk asla olmadım Hayatımda . Yalnızlığı çocukluğumda ve şimdi de hep severim. O büyük bir şair bahçelerinde bir dut ağacının olduğundan o ağaca tırmanıp dut yaprakları dalları arasına gizlenir. Hayal kurarmış.Sonradan bu hayalleri  yazarmış. Bahçe kapısına yakın olduğum için gelen gideni oradan izlermiş. Sevdiği biri eve gelirse onun içeriye girmesini izler ve ağaçtan inmemi hiç unutamam.” Diye sesleniyordu.
Nesrin Erbil “Yanımızda çalışan çok güzel bir kadın vardı. Komşu bir genç delikanlıyı severdi. Onunla kapıda buluşurlardı. Ben de yapraklar arasından onları izlerdim. Bir gün kadının çok ağladığını gördüm – onu çok severdim, çok üzüldüm ve durumu babama anlattım. Babam komşu genci çağırdı ve onları evlendirdi. Meğerse çocuğun işi ve evi yokmuş. Babam ona hem iş hem de hasarda iki oda verdi. Hasar, iki bin metre karelik bir arsa üzerine kurulmuş. Dört etrafı odalarla çevrilmiş bir yerdi. Orada tavuk ve inek beslenirdi. Bahçenin ücra bir köşesinde üzüm ağaçlarının altında küçük bir kameriye (çardak) yapmıştım. Oraya, sevdiğim kurabiye ve içecekleri götürür saatlerce kalırdım. Bu arada  devamlı okur veya yazardım. Ev halkı benim huylarımı bildikleri için yokluğumdan endişe etmezlerdi. 
Kışın, ya 75 cm. genişliğinde ki yukarı katın bir penceresine gizlenir, ya da masa altına saklanırdım. Soğuk olduğu için kışın saklanmalarım daha kısa olurdu. Çocuk yaştan şiir yazmaya başladım. Şiir yazmayı da çok  severdim. Babam benim yazdığım şiirler üzerinde bazı düzeltmeler yapardı. Zamanla  şiir yazma  ve resim yapma  hevesim iyice arttı. Bazen kardeşim Reşat ile karşılıklı resim yapardık. Bazen babam yere halının üzerine oturur ve saatlerce konuşmadan resim yapmamı izlerdi. Yavaş yavaş evin duvarlarını resimlerimizi doldurmaya başladık. Birçok resimleri, akraba ve arkadaşlar götürdü. Onun için elimizde fazla resim kalmazdı. 6-7 yaşlarında Türkçeyi öğrendim. 1 veya 2. Sınıf alfabe kitaplarımız vardı. Ağabeyim Murat bana hep ders verirdi. Türkçeyi çok çabuk öğrendim. Babam kocaman ciltli bir defter almıştı. O deftere  sevdiğim şairlerimi yazardım. Günün birkaç saatini onunla geçirirdim. Daha sonraları Bağdat’taki teyzemin evinde “Mustafa Ragıp’ın eşi” kalıp ilkokulu okudum sonra tifoya yakalandım. Annemin 3 kız çocuğu rahmete gittiği için benimde rahmete gideceğim aklına geldikçe çok üzülürdü.  Beni Erbil’e getirdi. Çevre korkusundan, beni okula göndermediler. Bazılarına dokunan milli şiirler yazmaya başlamıştım. Abilerim ve babam bana evde ders vermeye başladılar. İngilizceyi öğrenmemde büyük abim ve “Amerika’nın Sesi” radyosunda verilen dersler etkili oldu. Her yeni şeyi çok çabuk alıyordum. Daha sonraları “Goethe Insistute” da Almanca okumaya başladım ve sınavları başardım.
Yıl 1960’larındaydı. Okumaya ve yazmaya çok hevesim vardı. Elime hangi kitap geçse okurdum. Babam küçük yaştan beni ve kardeşimi “Doğan Kardeş” ve “Çocuk Sesi” dergilerine abone etmişti. Haftada iki gün Toros ekspresi Musul’a gelirdi. İkinci gün bize posta yetişirdi. O saatleri büyük bir heyecanla beklerdik. Yerlere uzanır ve dergileri bitirinceye kadar yerimden kımıldamazdım. İlk okuduğum roman “Poliyanna”  kitabıydı. On yaşlarındaydım ve onu annem bana Türkiye’den göndermişti. Büyük Ada’da  sanatoryumunda yattığı günlerde. Daha sonraları hemen hemen bütün klasik romanları okudum. Hemingway, Somersetom, Steinbeck, Ottenry, Destoyeviski, Charlot Bronté, Emily Bronté, Eric Maria Remarque ve Pearl Buck gibi. Bunların yanı sırada polisiye romanları da okurdum. Agatha Christie, Mike Hammer ve Sherlock Holmes gibi. Aynı zamanda, eski ve yeni Türk şairlerinin şiirlerini  okur ve ezberlerdim. Recaizade Ekrem, Tevfik Fikret, Mehmet Akif Ersoy ve başkaları.
15-16 yaşına kadar yaşam hayatımda Pollianayı taklit etmeye çalıştım. Ondan sonra Çalı Kuşu gibi olmaya çalıştım. Ama içimde ayrı bir ben vardı. Evde abilerim kardeşimle çok iyi anlaşırdık. Annem ve babam bana anlayış gösterirlerdi. Aşk romanları okumama veya aşk şiirleri yazmama hiç karşı çıkmazlardı.  Ev hayatımız ılık, anlayışlıyken, ev dışında hayatımız bambaşkaydı. Fikirlerimiz tamamıyla zıt anlayış olumsuzdu. 
Babam uzun yıllar her yaz bizi İstanbul  Erenköy’deki bir villaya götürürdü. Bu villa geniş bir bağ içinde inşa edilmişti. İçinde çeşitli meyve ağaçları, elma, ayva, nar, şeftali ve üzüm gibi bir de kocaman bir havuz vardı. Onun yanında koca bir ceviz ağacı vardı. Cevizi çok severdik. Abim ağaca tırmanır ceviz koparırdı ve aşağıya atardı. Ben de eteğimi yayıp onları toplardım. Onun için bütün güzel elbiselerim lekelenirdi. Cevizler havuzun kenarında kırar yerdik. Annem bana çok üzülürdü, çünkü yalnız elbiselerim değil ellerim de lekelenirdi. Onun için bize  Türkiyeli  bir dadı tuttular, artık ceviz kırma işleriyle o ilgilenirdi. Ben de yerdim. 
Bir de Hatun adında Erbil’den getirdiğimiz bir dadımız vardı. Onu hepimiz çok severdik. O en fazla kardeşim Reşat’la ilgilenirdi. Ev iki katlıydı. Yukarı kat anneme tahsis edilmişti, bizimle balkondan konuşurdu. Biz de çeşitli muziplikler yapıp onu eğlendirmeye çalışırdık. Benim orada bir sığınağım vardı. Bahçenin ücra bir köşesinde büyük bir ayva ağacı vardı ayvası çok lezzetliydi. Hiç boğaz. Kalmazdı.Ama ben yarısını yiyebilirdim. Orada oturup gökyüzündeki küçük bulutlarla konuşurdum. Çocukluk ya bu, onları  Allah’ın yavruları zannederdim. 
Bir gün dadı beni o ağacın altında elimdeki ince bir dalla yılan yavrularıyla oynarken bulmuş. O günden sonra bahçede yalnız gezmem yasaklandı. Dış kapının önünde ufak bir köprü vardı. Köprünün öbür tarafında mısır koparıp haşlarlardı. Bir sabah ben de onların peşine takılıp tarlaya girmiştim. Abilerim mısırlarını alıp eve dönmüşlerdi. Bense koparmaya çalışıyor koparamıyordum. Bu arada tarla sahibi beni gördü ve kovalamaya başladı. Ben koşarken “baba baba” diye bağırıyordum. Çok korkmuştum. Babam sesime dışarı çıktı ve kucağına aldı. Titriyordum. Bekçiye bağırmaya başladı. “Nasıl çocuğu korkutursun” diye. Sonra bir darı kaç para diye sordu ve bir aylık parası verdi ve bir daha çocuğu korkutma dedi. O günden sonra, adam her gün bir sepet darıyla bize gelmeye başladı. 
Erenköy’deki eve, babamın uzaktan akrabaları olan üç kız kardeş gelirler ve bizde kalırlardı. Annem onları çok severdi. Annemi oyalarlar, güzel haberlerle gelirlerdi. Biz de onları çok severdik. Bize masal anlatırlar ve marşlar öğretirlerdi. Bu ablaların hep bizde kalmaları isterdim. Adları Neyyire, Leyla ve Necla Erbil’di. Leyla ERBİL sonradan meşhur bir yazar oldu. Bir de bacı dedikleri şişman bir ahçımız vardı. Çok güzel yemekler pişirirdi ama çok zalimdi. Bana ve kardeşime yaramazlık yaparsanız sizi polise veririm derdi. Ayaklarına oğlunun asker postallarını giyip paldır küldür merdivenlerden iner polis taklidi yapardı. Ödümüz patlardı. Bir gün alışverişe giderken beni de yanına almıştı. O taraflarda bir anaokulu bir de izci kampı vardı. Biz izci kampının önünden geçerken, izciler açık havada büyük tencerelerde yemek pişiriyorlardı.  Bacı bana dedi ki “ bak o tencerelerde yaramaz çocukları haşlıyorlar, sende yaramazlık yaparsan, seni de öyle haşlarlar” ödüm patlamıştı. Ondan bir müddet sonra babam beni anaokuluna götürdü, kıyameti kopardım kendimi yerlere attım, babam sebebi sorunca ona bacı çocukları haşlarlar hikâyesini anlattım ve çok kızdı. Babam eve dönünce, bacıya “ ya korkutmaktan vazgeçersin veya evi terk et” demişti. O günden sonra bacı bir daha bizi korkutmadı. 
Meşhur polisiye romanları yazarı Agatha Christie, Musul tarihi kazılarına katılan arkeolog kocasıyla Musul’daydı. Bir ara Erbil’e gelip babamın misafiri olmuş. Babam ona divanhanede ağırlamış ve ziyafeti yapmıştı. Neler görüşülmüş aralarında hiçbir fikrim olmadı. 
İngiliz ihtilalinden sonra Nazım Bey Neftçi, gizli yollardan Türkiye’ye Gazi Mustafa Kemal ile görüşmeye gitmiş. Buluşmaya giderken üç gece babamın misafiri olmuş. Aynı gaye için çalışan çok sıkı arkadaşlardı. O sıralarda, babamın ilk hanımından ikinci gün önce bir çocuğu vefat etmişti. O zor günlerde hanımlar kadınlar toplu halde evde hüzünlenmiş ağlıyorlarmış. Eşi ve hanımlardan sessiz olmaları biraz istemiş, Nazım beyle memleketin mühim konuları konuşuyorlarmış. Zira elden giden vatan onun için evladından daha aziz ve kutsalmış. 
!.Soru: Öncelikle ailenizden bahsetmenizi istiyoruz. Ailenizin tanıyabildiğiniz veya hakkında bilgi sahibi olduğunuz en eski üyeleri kimlerdi? Mesela dedeniz Reşit ağa veya onun babası hakkında neler biliyorsunuz?
I.Cevap: 
Babamın ikinci eşinin çocuğu olduğum için eskileri pek bilmem. Fakat babamın eski eşi küçük mollanın kızı Küçükhan 7 erkek, 2 kız çocuğu olmuş ve hepsi küçük yaşta vefat etmişler. Küçük kızı Sakine’yi çok severmiş vefatında onun için şiir yazmış. Daha sonraları bizim için okuduğunda hep ağlardı. 
Dedem Reşit ağa ben bir yaşındayken vefat etmiş. İyi yürekli, eli açık ve edebiyata âşık bir insanmış. Her akşam divan hanesinde şiirler okunur horyat sohbetleri edilirmiş. Erbil’in ilk belediye başkanı ve kurucularındandı. İngiliz işgalinde Türk askerleri çok perişan ve açmışlar, onlara bütün buğday, arpa ve bakliyat ambarlarını açmış. Ayrıca kendinin dar küçelerinde (sokaklarında) her akşam onlara sofra döşermiş. İngilizleri sevmez, onlar da onu sevmezlermiş. Nitekim İngilizler onu Kerkük’e getirip idam etmek istemişler. İzzet paşa onlara “ağayı asarsanız, yalnız Türkler değil, bütün Kürt aşireteler ayağa kalkar ve zor kurtulursunuz” demiş ve o zaman dedemi bırakmışlar. Ama o hayatının sonuna kadar Türklere hizmet etmiştir.
Hem asaleti hem çok iyi yürekliymiş. Bir gün kale dibinde konağına yakın bir yer bir genç horyat çağırmaya başlamış ve tam dinlenme vaktindeymiş. Dedem onu çağırmış ve ona bir tokat atmış. İkinci gün çok pişman olmuş tekrar onu çağırmış ona beş altın vermiş ve dile benden ne dilersen demiş. Çocuk evlenmek istediğini ve parası olmadığını söylemiş. Dedem onu evlendirmiş, çeyizini alıp ve ona bir ev vermiş. “Şimdi boynumu azat et” demiş. 
Haşim Nahit ERBİL babası dedeme getirmiş ve “oğlum okumak istiyor ama benim masraflarını karşılayacak halim yok ve onu sana veriyorum” demiş. Dedem ona divanhanede bir oda vermiş ve ona kendi çocukları gibi davranmış. Onu okutmuş, önce ERBİL rüştiyesini bitirmiş ve daha sonra İstanbul’a okuması için göndermiş. 
İlk çocuğu olduğu için babamı çok genç yaşta evlendirmiş ve tabi babam çok genç yaşta baba olmuş. İki dedem çok iyi arkadaş oldukları için birbirini çok sık ziyaret ederlermiş. Bir gün dedem Reşit ağa Kerkük’te dedem İzzet paşanın divanhanesindeyken – tabi birbirlerinde birkaç gün kalırlarmış – Erbil’den bir atlı gelmiş ve “ağa bir oğlunuz olmuş” diye müjdeyi vermiş. Tabi dedem ilk torunu olduğu için çok sevinmiş ve adama bilmem kaç altın vermiş. Tam o sırada divanhaneye haremden bir yaşlı bir kadın gelmiş ve “paşa bir kızınız oldu” demiş. Dedem de “çok aziz misafirlerim onun için adı Meserret olsun” demiş. Reşit ağa, “paşa senin bir kızın bizim de bir oğlumuz oldu, gel de bunları göbekten nişanlayalım ” demiş ve el sıkışıp Fatihalarını okumuşlar. Yani annem benim büyük abimin nişanlısıydı ama kader onu babamla birleştirdi. 
Babam 1887’ yılında ERBİL kalesinde doğmuş ve 1963 yılında 76 yaşında iken  vefat etmiştir. ERBİL rüştiyesi bitirmiş ve ayrıca hocalardan da öğrenim alıp 12 ilim almıştır. Ana dili Türkçe’ den başka Arapça ve Farsça bilirdi. Farsça ve Arapça şiirler yazardı. Türkçe şiirlerinin bazıları Türkiye’ de dergilerde basılmıştır. Ona Edip Süleyman Nazif yardımcı olmuştu. Babam aynı zamanda horyat da yazardı. Günlerinin çoğunu zengin kütüphanesinde geçirirdi. Hem okur hem yazardı, çoğu zaman şiirlerini Tavuskuyruğu tüyüyle yazardı. Ben çocukken yere uzanıp başımı ellerimin arasına alarak onu hayran hayran seyrederdim. Bazen babam başını yazısından kaldırıp bana gülümser “Akrut yine burada mısın” der ve şiirlerinden parçalar okurdu. Sesi, okuma tarzı ve şiirleri beni çok etkilerdi. 
Babam gençliğinde atletik bir vücuda sahip spor seven iyi yüzücü ve iyi güreşçiymiş. Her sabah yaz kış bilmeden, kaleden inip – o zaman ERBİL’ de derin ve geniş bir su akarmış” o arkta yüzermiş. Babam, tasavvufla da uğraşmış bir insandı. Bitkisel ilaçlar yapardı. Akrep sokmuş insanları, başı dişi ağrıyanlar, geç yürüyen çocuklar ve zor doğum yapan kadınlar için hep babama gelirlerdi. Babamın terliğinin tekini zor doğum yapanların beline vurmak için alırlar ve bir daha geri getirmezlerdi. Onun için babam daima terlik sorunu yaşardı. 
İngiliz işgalinden sonra babam ve dedem çok zor günler yaşamışlar. Babam İngilizlere karşı ERBİL halkını korumak için silahlı bir gizli grup kurmuş, gece sabaha kadar uyumaz devriye gezerlermiş.
Bir gün ünlü bir İngiliz güreşçi olduğunu duymuş ve onunla güreşmek için Erbil’e gelmiş. Babama seninle güreşeceğim ve kazandığımda bana bin altın vereceksin demiş. O kadar kendinden eminmiş. Dedem babama “oğlum bu şerefsizin sırtını yere getir, sana bir çuval altın veririm” demiş. Babam, “ben onun sırtını yere getireyim başka şey istemem” demiş. O zamanki kale hamamında buluşmuşlar, vücutlar yağlanmış, ERBİL gençlerinin Allah Allah sesleri ve davullar eşliğinde güreş başlamış ve ilk kapışmada babam ya Allah diye bağırmış ve rakibinin iki omuzunu yere getirmiş. Sevinç naraları kopmuş, İngiliz şampiyon yüzü kıpkırmızı yerinden kalkmış ve bin altın lira kâğıdını imzalamak istemiş. Babam onun elindeki kâğıdı alıp yırtmış ve “ben senin omuzunu yere getirdim bu bana yeter!” demiş.
Babam ilk eşini kaybettiğinde çok büyük bir üzüntüye kapılmış. O eşinden olan çocukları da hep öldüğünde çok yalnız kalmış ve dünyayı terk edip inzivaya çekilmiş. Ne kimseyi kabul eder ne de kimseyle görüşürmüş. Dedem bu durumdan çok üzüntü duyarmış. Bildiği o zamanın tanınmış adamlarını teker teker babama göndermiş, ama babam hiç biriyle dönmemiş. Nihayet bir gün Süleyman Nazif dedeme ziyarete gelmiş. Dedem ona “ Ataullah seni çok sayar ve sever, belki sen onu çekildiği inzivadan çıkarabilirsin” diye rica etmiş. Süleyman Nazif babama gider, babam bir şartla gelirim demiş. “babam beni İstanbul’a göndersin orada yaşayım” demiş. Dedem kabul etmiş. Atlar ve iki fayton hazırlanmış, bir sürü atlı ve amcası hacı Hıdır ağa ona eşlik etmişler. Kelek’e varınca Zab nehrini fayton ve atlılarla geçmek isterlerken nehir taşmış ve Hacı Hıdır ağanın faytonu azgın sulara kapılmış. İyi bir yüzücü olan babam sulara atlayıp amcasına ulaşmış ama ne yazık ki boğulmuşmuş. Ondan sonra babam tekrar Erbil’e dönmek mecburiyetinde kalmış.
Birkaç yıl sonra babamı, dedem tekrar evlendirmiş ve ona yakın arkadaşı Osmanlı paşalarından İzzet paşa Sarıkahya’nın kızıyla evlendirmiş. Annemden dördü kız beşi erkek, 9 çocuğu olmuş. Üç kızı ve bir erkek çocuğu küçük yaşta vefat etmişler. Babam annem için yedi dönümlük bir arazi üzerine çok büyük bir ev yaptırmış, ona Ataullah ağanın kasrı (saray) dermişler. Bu güne dek Erbil’in yaşlıları buralar eskiden Ataullah ağanın kasrı idi derler. Evin etrafı üzüm, badem, incir ve çeşitli meyve bağlarıyla doluydu. Bağların içinden geniş bir su geçerdi ve o suya “Miftah” kilit suyu derlerdi. Su evin bir duvarından geçip öbür duvardan çıkardı. Ev bahçesinin içinde kocaman bir havuz vardı. Bu geçen su havuzun suyunda tazelerdi. Yirmiden fazla odası olan ev, odaların önünde geniş bir hayvan heykeli vardı. Bu hayvan heykeli geniş nakışlı renkli mermerlerden oluşan kocaman sütünler üzerine inşa edilmişti. Avlu, köyümüz Sad avadan bilmem hangi medeniyete ait yıkıntılardan getirilmiş. Dört köşe kerpiçlerle örülmüştü. Altı havuzlu hamamı vardı her taraf nakışlı mermer kaplıydı. Kışın kocaman odun kütükleriyle (külhan) hamamın su deposu ısıtırldı.
Odalın tavanları yağlı boya rengârenk desenlerle süslü içinde çiçekler insan ve hayvan figürleri bulunan ve her oda tavanında rengârenk resimler arasında bir İsrail yıldızı çizilmişti. Babam tavan resimleri arasında bir İsrail meşhur olan Yahudi sanatkârlara yaptırmıştı. Bazı odaların tavanı kubbeliydi. Onun da ustaları Musul’ dan getirmişti.
Son baharlarda, köyden konağa develerin sırtında çuvallarla çeltik pirinç taşınırdı ve bir ay veya 25 gün evde dışarıdan getirilen ücretli kadınlar bu çeltiği “gırgır” iki ağır yassı yuvarlak taş içinde eğitir pirinci kabuğundan ayırırlardı ve damda rüzgâra karşı savurup pirinci kabuğundan temizlerlerdi. Çok meşakkatli ve yorucu bir işti. Daha sonra çuvallara doldurup evin en serin yeri olan “serdap” bodrum katına istif ederlerdi. Daha sonra kullanmak için ayda bir veya iki defa bir çuval pirinci değirmene gönderir eğitirlerdi. Ondan çıkan pirinç kabuğu unuyla veya tozuyla tabaklar vesaire yıkanırdı.
Yazın merkeplerle eve odun ve kömür taşınırdı. Evin dışındaki odalara istif edilirdi. Yemekler odun ateşinde pişirilir evin içi kömür mangallarıyla ısınırdı. Meyve ve sebzeler evin etrafındaki bağlardan getirildi. Ben, abilerim ve kardeşi, kasırda dünyaya geldik. Babam 1938 yıllarında milletvekili olmuş ama kaç yıl sürmüş bilmiyorum. Büyük ağabeyim Cemal 1925 yılında Erbil’ de doğmuş. 1984 yılında Bağdat’ da vefat etmiştir. Ankara’ da Hukuk ve Siyasal Bilgileri bitirmiştir. Arada şiir yazardı ama şiirlerini bulamıyorum. Ağabeyim Murat 1931 yılında doğmuş ve 2016 yılında ERBİL’ de vefat etmiştir. Ankara Ziraat Fakültesi bitirip yüksek lisans almıştır. Şiir ve resimle uğraşıları olmuştur. Ağabeyim Sedat 1935 yılında ERBİL’ de doğmuş 1994 yılında ERBİL’ de vefat etmiştir.  Kardeşim Reşat 1941 yılında doğmuş, Bağdat’ da liseyi bitirmiş ve Almanya’ ya gitmiştir.  Almanya’ da Eczacılık okuyup oraya yerleşmiştir. O da çok güzel yağlı boya resim yapar ve çok güzel şiir yazar.
Hoyart da yazar ama mizah şeklinde;
ERBİL’de çöl minara
İman ara din ara
Arkadaşıw iterse
Eşşegüve min ara
..gibi
Annem 1907 doğumludur. Kerküklü İzzet paşa Sarıkahya’nın 4 kızından ikinci sırada gelir. Kerkük’ te ilkokulu okumuştur. Çok kitap okur hep Ankara radyosunu dinlerdi. Çocukken verem hastalığına yakalanmış ve uzun yıllar İstanbul’ da Büyükada Sanatoryumunda kalmıştır. Babam her yaz bizi, ben ve Reşat’ı oraya götürürdü. Onunla hastane bahçesinde üç metre uzaktan görüp ona sarılamaması ne acı. Mavi robuna sarılmış bir eli göğsünün üstünde bize hüzünlü gözlerle bakardı.  Babam ona hep şiirle mektup yazardı. Çok sonraları iyileşip aramıza dönmüştü. 1968 yılında vefat etmiştir. Annem akşamları bizi etrafına alıp eski günleri anlatırdı – o zamanlar daha televizyon yoktu – kendi çocukluğu anlatırdı. İngilizler Kerkük’e girdiğinde dedem İzzet paşa annemleri de alıp Yayçı adlı köylerine gitmiş ve İngilizler onu bulamasın diye köylü kıyafeti giyip tarlada çalışmaya başlamış. O zaman köylüler o kadar vefalı insanlar ki kimse onu ihbar etmemiş. Daha sonra Türkiye hükümeti kendisine teklif edilen vazifeyi, Irak’ ta kurulan ilk kabinede “vezaret” kabul etmesini istemiş. Böylece dedem Çalışma ve Transport bakanı olmuş ve bu şekilde Türkiye ile haberleşmesi daha kolay olmuş


Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.